4 Şubat 2010 Perşembe

öğrenmenin yaşı yok

Evin avlusundaki bankta uzanmış yere doğru bakıyordum..bir karınca gözüme ilişti..kocaman bir parça yemi almış gidiyor..epey bir yol aldı..bir yerden sonra başka bir karınca gelip bunun elindeki yemi aldı..ben bu *çok* aklımda hareket ettim..onca yol almıştı minik karınca..diğeri gelmiş kolay yoldan onun elinden lokmasını almıştı..bu olmamalı idi..kalkıp müdahale ettim..yemi alıp diğerine vermeye çalıştım..ama olmadı..hangisi idi bilmiyorum içlerinden biri öldü..sözde yardım etmiştim..ama yardımımı kim istemişti...yardımıma ihtiyaç yok iken benim yaptığım müdahale idi...yıllar önce yaşadığım bu olayı dün hatırladım niyeyse..ve dank eden yeni bir düşünce eklendi..belki de diğer karınca yardım amaçlı gelmişti..belki de aynı yuvaya gideceklerdi..
ha bundan neler çıkarmalıyım..çok şey..hani zamansız,çabasız kozasından çıkan tırtılın asla kelebek olamadığı vs türde bir sürü anlatılagelen öykülerde vardır..

birilerine yardım etmeliyiz amenna...ama bu yardımı istemeliler...istemeyenin hayatına müdahale boyutuna gelebiliyor bazı yapılanlar...ve bir işe yaramıyor..teşekkür beklerken; -yapmasaydın- diyor sana adam...senden isteyen mi oldu diyor...e her ne kadar nönkörce bir karşılık da olsa haklılar...

zorda olanı izleyeceksin..eğer cidden kendi başına düzelemeyecek durumda ise koşacaksın..destek olacaksın..onun dışında kendi kendine kalkmasını öğrenmesi gerekiyor...bu onu güçlendirir...bir tür, balık vermekten çok balık tutmayı öğretmek gibi..

tabi ki bazı rahata alışık tiplerimiz boldur...alışıktırlar hazıra konmaya..mağduru oynamaya..onlara koşup yardım etmenin şükran duygusunu da duymazsınız..karşılığını zaten göremezsiniz..hatta bir kez yardım etmez iseniz boş bulunup tüm yaptıklarınız boşa gider ve acımasız biri olup çıkarsınız...

son söz nedir; yardıma ihtiyacı olanların bunu istemelerine fırsat vermeyi öğrenmek..

umarım...

15 Aralık 2009 Salı

yalnızlığın zıddı yok.




Yok yalnızlığın zıddı..siyahın zıddı beyazdır misal tereddütsüz söylersiniz..ama yalnızlık başka bişeydir..özeldir..özgündür...karşılığı evlilik veya sevgili değildir..yahut tam karşılığı değildir..hani ingilizce yahut fransızca kelimeler,kavramlar olurda türkçeye çevirmek istersiniz ama tam kelime karşılığını bulamazsınız...buda ona benzer..


e yoksa da yoktur yani..napalım..


21 Ekim 2009 Çarşamba

ne güzel filmdi öyle..

ilk gençlik çağlarımdan aklımda kalan en güzel filmdi..ve kitabını da okudum..kızların kabarık elbiselerine heves ederdim..ilk katıldıkları balolara..

niyeyse hep şu saçını kesip satan,evin erkeği görevini üstlenen kızın yerine koyduk kendimizi..ve öyle de devam etti hayatımız...biz mi seçtik..bizi mi seçtiler bilmem..oysa daha az zeki olan,giyinip süslenmeyi seven kızı seçmedik ve öyle olmadık...olamazdık da...seçilmiş idik en baştan..bizde bizi koydukları yeri seçtik..yapacak bişey yoktu..

şimdi kestiğimiz saçlar hala uzamadı..uzamasını da beklemiyoruz artık..

23 Temmuz 2009 Perşembe

SOLGUN BİR GÜL OLUYOR DOKUNUNCA

Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kâğıtlar Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ya da yalnız bir kızın sildiği dudak boyasında
Eşiğinde yine yorgun gecenin
Başını yastıklara koyunca.

Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlara takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca.
Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Behçet NECATİGİL

9 Temmuz 2009 Perşembe

"Yol kenarındaki yağmur mazgallarını kumbara sanıp, harçlığımı atardım
Bu yüzden en çok denizden alacaklıyım."
Sunay Akın

Eskiden yeni yıkanan çamaşırlar için sakız gibi oldu denirdi…
bu yıkanan çamaşırların bembeyaz olduğu anlamına gelirdi…şimdi artık sakızlar sadece beyaz değil..bembeyaz çamaşırlar ve bembeyaz sakızlar eskidendi..
kimin umurunda ki...

8 Temmuz 2009 Çarşamba

MABEL

Balonlu çiklet
Başına, üzerinde beyaz kırık çizgi desenli kırmızı bir fuları korsanbaşı bağlamış sütlü çikolata renkli kadının tek kulağında iri kırmızı bir halka küpe vardı. Baygın, alımlı, çekik gözleriyle uzakta bir yere veya birine bakan Mabel'in şahane kırmızı dudaklarından dalgın, bembeyaz bir gülüş akardı. Çıplak boynunda üç sıra inci kolye vardı, fakat matbaada bir renk ayrımı hatası olarak bunlar açık kahverengi basılmıştı.
Mabel, her aldığım çikletin üzerinde ne duruşunu, ne de gülüşünü değiştirirdi. Bana kızdığını, ya da bir şeye üzüldüğünü hiç görmemiştim. Yaz, kış, sabah, akşam bana alınan bütün Mabel çikletlerinin üstünde o hep gülümserdi.
Neşeli, sağlıklı, güzel bir genç kadındı Mabel. Yine de dikkatle bakınca gözlerinin derininde sakladığı hüznü görürdüm ve bu nedenle sık sık dikkatle bakmazdım gözlerine. Hüznün içindeki keyfi o zamanlar bile tanır, üstelik bundan hoşlanırdım, ama dokunaklı olduğunu gizleyemezdim... Hafif vanilya kokusu kadar bol şekerli tadı ve öbür çikletlerden daha büyük oluşu ama, ama en çok Mabel'in uzak, gizemli, biraz da beni ürküten imgesi... Sanırım beni en çok bunlar bağlıyordu Mabel çikletine. Daha okula başlamadan bana okumayı söktüren sözcük onun adıydı: MABEL!
(BUKET UZUNER / KUMRAL ADA MAVİ TUNA)

Koyu yeşil özlemler duyardım Karadeniz türküleri eşliğinde
Soğuk sularla seyrelip duruldular…

26 Haziran 2009 Cuma

damda-ki / kızgın/ kedi


Aşk ne kadar acıtıcı/yorucu/hırpalayıcı bişey esasen!
gençlikte çekilir derdi ancak...

17 Haziran 2009 Çarşamba

araba kara
gök kara
göz kara
bir de yer demir gök bakır vardı yoksa gök demir yer bakır mı idi..yada demir demirkan diye bir türkücü mü vardı sertapla (adı) çıkan..sertabın cadı sesi vardı göğün sınırlarını delen...levent yüksel vardı mualla ile sandala binen..varoğlu vardı..yokluğun adı yoktu..yokluğa kaç adım yol vardı..başımın sol lobu ağırırken ne demeye konuşurum dudaklarım kapalı..kim dinleyecek beni istanbul bu denli uğuldarken...

Duygularıma hakim miyim yoksa onlar mı bana hakim..kim kime dumduma..

öfkeyle kalkasım var zararla oturmamak için saçımı yolmakla yetiniyorum..
nedense bu afiş ve isim etkiliyor beni..madam kelebek..
filmin konusunu biliyorum ama seyretmiş de değilim.. belki hiç seyredecek de değilim..eski bir türk filmi vardı..kadının portresindeki yüze aşıktı adam...kadın yanına gelmesine rağmen tınmamıştı..portreyi alıp sandalla gidiyordu en son... bunun madamla ilgisini varın siz kurun..

bu ev benim için yeterli..

16 Haziran 2009 Salı

Ölmeden evvel bilinmesi gereken yüz şey nedir...

Bir çok camide veya hat sanatı çalışmalarında *vav* harfi dikkatimi çekmiştir ama nedense sormamışımdır neden bir başka harf değilde *vav* Sanırım bunu sorma vaktim henüz gelmemişti(!) *Vav* mana olarak diğerlerinden farklı imiş..şekline bakıldığında bir ceninin anne karnında duruşunu simgeliyormuş..mütevazi oluşu, kul oluşu simgeliyormuş…ve daha bir çok şeyi ihtiva ediyor.. Düşünüyorum da bilmediğim ne çok ayrıntılı veya direk şeyler var hayata dair…Genel kültüre mi giriyor bunlar özel kültüre mi bilmiyorum..ölmeden gezilmesi gereken yüz yer tarzında yazılar vardır da ölmeden bilinmesi gereken yüz şey nedir acaba..ve buna kim karar veriyor ki...




15 Haziran 2009 Pazartesi

Bestekar Şükrü Tunar'ın Uşşak makamındaki güzide eserini çok kıymetli sanatçımızdan dinliyoruz.

canımın yoldaşı ol
Gönlüme bin neşe bırak
Ah sevgili…….sevgilim
Gönlüme bin neşe bırak
Beni sev öp de uyut
Ahh bağrına bas kırma sakın
Ahh sevgili…sevgilim
Bağrına bas kırma sakın..


4 Haziran 2009 Perşembe

HAYAT

Hayat ciddiye alınmayacak kadar ciddidir.

2 Haziran 2009 Salı

...

çocuk bir aklında...

sonra telefonu çeviriyor, ucunda minik bir ses. konuşamıyor.

çocuk hep orda...

korkuyor...

bir telefon daha edecek

peki ya sonra...

21 Mayıs 2009 Perşembe

buraya "manalı" bir yazı yazayım dedim, vazgeçtim. manasız yazayım dedim, mana bulamadım. manimiz var galiba mazimiz gibi, ne bileyim.

satırlarıma son verirken, hepimize mutluluklar dilerim.

yavaş yavaş...


Günler haftalar yıllar geçiyor yavaş yavaş...birden saçlarına beyaz düşmüyor insanın..gün be gün ay be ayı alıyor..o yüzden anlamıyor insan ..birden çizgileri çoğalmıyor insanın..zaman alıyor…o yüzden kanıksıyor insan ..alışıyor..yüzü değişmedi sanıyor..hiç bir şey değişmedi..insanın yaşadığı bir aldatmaca bu..doğduğundan beri böyle..yavaş yavaş büyüyor çocuk..yanı başında iken anlamıyorsun ne kadar büyüyüp değiştiğini..herşey yavaş yavaş oluyor..bir evden diğerine taşınıyorsun..bir hayattan diğerine taşınıyorsun..oraya alışıyorsun..sanki hep orada idin..kanıksıyor insan..yaşlanıyorsun fark etmiyorsun..ta ki seni birkaç yıl görmeyen biri görünce ,”Aa ne kadar değişmişsin!” diyor..ve sende ona bunu diyorsun çünkü O’ da değişmiş..ama içinde olunca O’da sende bunu fark etmiyorsun..okuduğun okulların önünden geçiyorsun yıllar sonra ; ben buralarda hiç bulundum mu acaba diyorsun…bazen kurulan hayaller ile hatıralar karışır böyle…yaşanmışlıkla yaşanamamışlıklar…herşey yavaş yavaş gelişiyor...uyuşmak bile..ayağının üzerinde oturunca hiçbişey anlamıyorsun...öylece kalakalıyorsun..ama kalkmaya yeltenince ne kadar oturduğunu hatırlatıyor karıncalanmalar..kalkamıyorsun..uyuşmuş ayakların…büyü gibi ..sır gibi..duman gibi..hayatın gailesi deniyor..gaileler uyuşturuyor..bağlıyor..içine alıyor..katıp sürüklüyor..herşey yavaş yavaş..öyle birden değil..bir gecede bembeyaz olmuyor saçlar..yoksa “A saçlarım beyazlamış”, dersin..öyle uyuşa uyuşa..sarhoşluk mu adı herneyse..neye benziyorsa..hiç içmediğin kahveye alışıyorsun misal..sanki hep içiyor idin yıllardır..yaz oluyor..güneşe,sıcağa alışıyorsun..kanıksıyorsun her şeyi..herşey yavaş yavaş oluyor ki fark etme farkı..sırlı bir gidişat bu..ben farklıyım diyorsun...ben fark ederim diyorsun,ipin ucunu sıkı tutuyorsun öyle ki ellerin acıyor ama bir bakıyorsun ki ipin ucunda pek bir şey kalmamış…kazandığın her günde kaybettiğin bir gün var…kaçınılmazlar..kaçınılmayanlar.. Herkesin hatalarını yapıyorsun... Herkesin düştüğü uykuya düşüyorsun…Hz.Ali demiş ki ; “Dünya halkı uyuyarak yolculuk eden kervan ehline benzer” uyuyarak…uyutularak..uyuşarak..uyuşturularak yolculuklarımız devam ediyor..
Yapraklar birer birer düşüyor sonbaharda..ağaçlar birden bire çıplak kalmıyor...renkler birden bire yeşilden sarıya dönmüyor..usulca dönüşüyorlar...ağır çekim..seni katıyor rengine..gözlerin alışıyor..renk ne zaman yeşildi ne zaman sarı oldu anlamıyorsun..bu bir sır..hava yavaş yavaş kararıyor..güneşin batışı yavaş yavaş..önce bulutlar ağır ağır ilerliyor önüne..sonra tekrar açılıyorlar..sonra az biraz daha kapatıyorlar..hava biraz alacalanıyor..alacakaranlık basıyor..gözlerin alışıyor…elinde kitap cam kenarında oturmuş okuyordun iyi güzelde hava ne vakit karardı..gözlerin alacaya alışık..hala görebiliyorsun..ne zaman akşam olmuş..herşey yavaş yavaş…ağır ağır..alıştıra alıştıra…gemi birden yokolmuyor ufukta…dünya yavaş yavaş dönüyor…dehr adı verilen bir gazla zehirleniyoruz sanki...doğum günlerinden çok doğan kişinin önemi olmuştur benim için…bir yaş daha yaşlanmanın..yaşlandım bir yaş daha..illa bir muhasebe yaparsın, usüldendir, ne yaptım..nerdeyim..nasıl gidiyor bu yolculuk..nasıl bir yolcuyum..insan hep düz yaşlarda kararlar alır ne hikmetse..yirmimi doldurursam şunu yapacam..yada kendime 30’uma kadar şunu yapma şansı veriyorum,yoksa yok artık..yani kalkıp otuzdokuzuma girince şunu yapacam vs denmez pek..Dileğim kendimi onarabilmek..

Acının Emzirdiği Şair...


Acılar emziriyor şairleri. Acıları özümsedikçe şairler daha çok kelimelere sarılıyorlar ve yaşamın en kırık ve melankolik yanlarını bir dizeye sığdırıyorlar. Acıları büyütüyor onları. Emdikçe yaralı memelerinden hayatın, okuyucunun göz pınarlarını harekete geçirecek ilhamlar dolaşıyor ruhlarının üzerinde…

Fürûğ Ferruhzâd’da derin acıların içerisinden gelerek kendi şiir patikasını oluşturmuş bir şair. Şiir onun için hep bir avuntu ve kaçış için mazeret olmuş. Babası bile şiirin onu ailesinden uzaklaştırdığını söylüyor. Sonraları biraz inziva, biraz huzur için yaptığı evlilikten olan evladını görememenin verdiği yakıcı acıyla tekrar şiirin merhametli kollarına bırakıyor kendini.

Artık göremediği evladı Kâmyâr’ın yerine Hüseyin diye bir çocuğu evlatlık olarak alıyor ama yine de oğlunun acısı damarlarını yakıp kavuruyor. Yıllar sonra biz de onun mısralarının arasına gömüldüğümüzde aynı acıyla karşılaşıp hüzünleniyoruz…

Keşke güz olsaydım
keşke güz olsaydım
keşke sessiz
hüzünlü
güz olsaydım
arzularımın yaprakları bir bir sararsa
güneşi gözlerimin
soğusaydı
*


*Şair'in Şule Yayınları tarafından basılan Bütün Şiirlerinin yer aldığı kitapta yer alan Kederkolik şiirinden alınmıştır.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

The Black Balloon (seyre değer)

Hayatın içinden olmuş bu film. Abartısız olduğu gibi. Ne otistik çocuğu haksız buluyorsun filmde ne kardeşi ne anneyi hepsinin penceresinden bakabiliyorsun hayata. Çoğu filmi tek kahraman üzerine odaklanıp tek kahramana haklılık yada haksızlık payesi vererek seyrederim. kahramanların hepsine odaklandığım filmlerden birisi oldu. Hepsini haklı buldum. Thomas rolundeki Rhys Wakefield oynadığı karekterdeki iniş çıkışları ne güzel vermiş hem sevgiyi hem nefreti hem ümidsizliği bir arada vermek kolay olmasa gerek. Charlie rolundeki Luke Ford sanki bir otistik. O kadar doğal.

14 Mayıs 2009 Perşembe

karınca


Ruhum kelle şekeri, vehimlerse karınca;
Kömürden kara rengim, onlar beni sarınca...
Necip Fazıl Kısakürek

7 Mayıs 2009 Perşembe

Orantısız güç her yerde..

Çocukken hatırlıyorum, köyde yüksek gerilim direği vardı. Aniden patlama sesi ile çınlardı ortalık.Anlardık ki yine bir karga cereyana kapıldı. Diğer kargaların çığlık çığlığa sesleri duyulurdu akabinde. Kargalar ürkütücü, çirkin sesli ( La Fontaine sağolsun) ve zarar verici olarak kalmıştır bir çoğumuzun hafızasında. Zekalarından sözedilir ve kindarlıklarından bir de .

Platon –ne derece doğru bilemiyorum ama- çocukken civciv beslermiş. Onları çimlere gezdirmeye çıkarırmış. Ancak bir karga musallat olmuş bunlara. Her gün bir tanesini alıp götürüyormuş. Sonunda Platon bir plan yapmış. Karganın yemlenmeye çıktığı bir sırada ağaca tırmanıp,yuvasındaki karga yumurtalarını almış,pişirmiş ve sonra tekrar yuvasına geri koymuş. Artık ne kadar bekledi karga yumurtadan yavru çıkmasını bilinmez. Burda karga mı insanoğlu mu daha kindar bilmiyorum. Orantısız güç buna mı deniyor. Bir hayvanla mı bir tutacağız kendimizi yoksa zaman zaman onlardan daha mı aşağılarda olacağız. Silahlar çıktı mertlik bozuldu işte. Önceden en azından adam gibi karşı karşıya geçilip dövüşülürdü. Kısasa kısasın bir anlamı vardı. Şimdi eline silah geçiren bir kin sahibi,yahut insanlıktan aşağılara kaymış bir insanoğlu onlarca kişiyi bir kaç saniyede öldürebiliyor. Evrim teorisine inanasım geliyor. Kimileri hala insan olamamış. Orantısız güç her zaman her yerde var. Bazen bir devlet bir devlete karşı. Bazen bir adam bir kadına , bir kadın bir çocuğa. Bazen savunmasız hayvanlara. Bazen zekası iyi olan biri biraz aptala karşı. Ha bazen aptal zekalıyı faka bastırıyor oda ayrı bir mevzu. Bazı yüksek mevkideki ,masası zengin biri altındaki elemanı ezip geçiyor. Orantısız gücün oranı yok yani. Sahası ise oldukça geniş.
Yine karga ile bitirelim sözü ve sözlerin en özü ile ;
Kur'an-ı Kerîm'de, Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek üzere, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Çünkü ilk defa bir ölüm oluyor ve Kâbil gömmeyi düşünemiyordu. Yapacağı işi bir kargadan öğrenince) "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek konusunda, bu karga kadar olamadım' dedi de ettiğine yananlardan oldu" (el-Mâide 5/27-31).

6 Mayıs 2009 Çarşamba

işyerinde doğum günü

Sabah kalktığım gibi bugün başlamak için beklettiğim Elif Şafağın kitabı AŞK'ı attığım gibi çantama ve Ahmet Kaya'dan doğum günüm kutlu olsun mutlu olayım senelerce şarkısını bülbül sesimle söyleye söyleye baktım kuş yaptırıpta bırakan olmuşmu diye pencereme.yoktu : )

08.20 iş başlangıcı
08.30 çay ve doğumgünü tebrikleri kabulu
08.45 canısı Brigitte’ın iç ısıtan telefonu. Doğum günü sohbetimiz. Pastadan çıkan kız esprimiz
10.00 Beş tane kırmızı gülden oluşan bir çiçek.
.
.
11.30 artık dost olmadığını düşündüğüm bir dosttan yazılı masama bırakılmış doğum günü notu. Üzerine ortancadan koparılmış bir çiçek bırakılmış. Severim ortancaları. Bağdaştırmam inş bu kutlama ile ortancaları.

Facebook güzel işliyor bu konularda insanın doğum gününü arkadaşlarının gözünün içine sokuyor :) Hatırlatıyor. İlla arkadaşını kutla tebrik et diye :)

14.00 gerçek bir dost, gerçek bir nefes telefonu bir kez daha.

14.30 yaklaşık on yıllık lens kullanma hayatımda ilk defa lensim yırtıldı. Şu an tek gözümle yazıyorum : )

Audrey nisan yağmuru biriktirdiğin için sağol :)



içimde acayip bir yazmak arzusu ama gözler müsade etmiyor :) iyi ki doğmuşum iyi ki varsınız diyorum :)

BİZİ TERK ETME MEVLANA




Siz müslümanlar hazine üstünde oturan dilencilersiniz demiş müşteşrik. Eksik demiş..

Biz müslümanlar sahip olduğumuz hazineleri çoktan hurda fiyatına satmışız ve şimdi hazine fiyatı ödeyip geri alıyoruz. Nedense pek düşkünüz mazide bıraktığımız dedelerimizin fikirlerinin batılılar tarafından keşfedilip bize anlatılmasına satılmasına. Simyacı vb kitapları servet ödeyip okuyoruz. Oysa bin yıllardır aşina olduğumuz "sözler" bunlar.

Pico İyer'in "terk etme beni" isimli kitabını okuyorum şimdilerde. Kızılderili asıllı İngiliz kendince anlatmış Mevlana C. Rumi'yi.

Gerci kızılderililer bol mistik biraz sufidirler aslında -internetten biliriz bilgelik dolu sözlerini-Özellikle şamanist gelenekten gelen kendini aşma doğayla özdeşleşme halleri dolayısıyla en vahşileri bile mistiktir. Lakin yazarımız Londralı yani pragmatik İngiliz eğitiminin bir ürünü. Faydacılıkla sakıt. Ne kadar anlayabilir Mevlanayı.

Nitekim kitabın öyküsü ve örgüsü pek fena olmasa da Rumi den pek bir şey yok içinde bir kaç yaldız dışında. Daha çok inziva vurgusu var sanki. O ateşin AŞK tan hiç eser yok nerdeyse.

Yazar bir yolculuk sırasında-ki kendide bir seyyah- kahramanlarına oynattığı bir oyunun meteduyla yazmış kitabı sanki. Rumiden bir kelime alıp zihninde oluşturduğu çağrışımları romana çevirmiş sanki. Hoca'nın leyleği ne kadar kuş dönmüşse Iyer'de o kadar anlatmış Mevlanayı.

Iyere Mevlanayı tanıttığı için teşekkür etmeli miyiz yoksa onu tüketim malzemesine çevirdiği için kızmalımıyız. Bu konuda kararımı final sahnesinde vereceğim sanırım. Eğer yazar Mevlananın "aşk nedir" diye soran zata "ben olda anla" demesi türünden vurucu bir final ile bitirmezse kızacağım sanırım.

Seni Gördüm Şad Oldum..

Altın Hızma Mülayim
Seni Hak'tan Dileyim
Yaz Günü Temmuzda
Sen Terle Ben Sileyim
Gün Gördüm, Günler Gördüm
Seni Gördüm Şad'oldum
Altın Hızma İncidir
Gömleği Nar İncidir
Benim Lal Olmuş Dilim
Ne Dedim Yar İncinir
Gün Gördüm, Günler Gördüm
Seni Gördüm Şad'oldum
Altın Hızma Tumağa
Yanaşıp Al Yanağa
Güzel Gel Görüşelim
Men Gidirem Irağa
Gün Gördüm, Günler Gördüm
Seni Gördüm Şad'oldum

Adrian Simionescu-Karpatların Yanık Sesi



Gadjo Dilo ile ilgili bir şeyler yazmışken o mezarın başında akerdeon çalıp içli parçayı söyleyen kısa boylu adamı anlatmamak olmaz.

İsmi Adrian Simionescu. Romanya'nın belki de en tanınmış sanatçılarının başında geliyor. Romanya'nın Tarkan'ı desek yeridir.

Söylediği şarkılar her ne kadar hareketli olsa da yine de bir acı ve yaşanmışlığın izini bırakmıyor değil.

Gatlif'in keşfi olan bu müzisyen daha sonraları da 2002 tarihli kendi ülkesinin yapımı bir filmde de oynamıştır. Kendi orkestrası ile güzel eserler icra eden bu küçük adamı unutmak imkansız...

CLİNT

5 Mayıs 2009 Salı

Bir fısıltım var duyar mısınız?

Bir fısıltım var duyar mısınız?
İsterdim soluğum karışırken havaya
Kuşların kanadı değsin kirpiklerime
Tomurcuklansın güller avucumu açınca
Koklayıp koklayıp elimde tutayım
Bulutu delip yukarı süzüleyim
Berrak derelerin taşlarına basayım
Buz gibi sulara eğilip ellerimi sokayım
Ağaçlar uçursun yapraklarını benden yana
Yapraklar yüzüp ayaklarıma dolansın
Ürperen içimi alıp kıyıya döneyim
Güneşte ısınmış kayaya tüneyeyim
Sırtüstü uzanıp kendimi dinleyeyim
(a.c.)

Sarın bizi surlar..


Çocukken surlara bakan bir evde yaşar idik. O zamanlardan kalmadır surlara ilgim. Üzerleri yabani otlarla sarılmıştır genelde ki bu görüntüde burukluk verir. Surlar dünyanın her yerinde mevcut sanıyorum. İçeriye girmesin için yabancılar, düşmanlar...
İstanbuldaki bazı surların hendek bölümlerini ekili alan yapmışlar... Marullar, maydanozlar, lahanalar boy vermiş... Surları korkuluklar bekliyor artık...korkmuyorlar beklerken...korkuttuklarını da sanmıyorum... Özellikle İstanbul surları için anlatılacak çok şey vardır ama bunları belgesel niteliği taşıyan kaynaklardan okumak gerekir bence…

İşin başka yönü olan içimizdeki surlara değinebiliriz... Burçlarına dikeriz askerlerimizi ki girmesin kimsecikler… Bazıları gedikler açar... İzin mi veririz yoksa onlar mı başarır tam bilinmez ama kapanmaz bu gedikler kolay... Giren memnun etmiş ve olmuş ise kalır yoksa burçlardan atıveririz, olmazsa kendileri çeker gider aynı gedikten. İnsanlık ve insani tarihimizin olmazsa olmazlarıdır surlar.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

lale devri

İstanbul’un her yanını lalelerin bastığı bir dönem yaşıyoruz. Çok kızıyorum. O kadar maliyetli olmasına, o kadar para harcanmasına , başka yapılması gereken bir sürü şey varken sağımın solumun arkamın kısa bir süre göz zevkine hitap etsin diye lale dolmasına. Bu kızgınlığımın lale sevmeme onları görünce içimin renklenmesine, canlanmasına, onları sevmeme okşamama engel olmasını istemiyorum. Göz çok görünce alışıyor güzelliklerede , fenalıklarada, pisliklerede. Gözümün alıştığı şeyin güzellikler olması hoşuma gidiyor ah bir de madalyonun arka yüzünü görmesem, bilmesem. Gördüğüm yerlerde resimlerini çekiyorum. Biliyorum ki zamanları geçecek. Fotoğraflayarak zamanlarının geçmesini, durdurmasını, kalıcı olmalarını sağlamak istiyorum. Laleler kalıcı olursa güzellikler kalır umudu bendeki.

Eğer bir gün bahçeli bir evim olursa çitleri resimdeki yeşil ve mevsim çiçekleri olacak tarhlardan oluşan, renk renk , ışıl ışıl capcanlı. Menekşeler , laleler , ortancalar , sardunyalar ve bir küçük havuz niluferlerim için. Ben ilgileneceğim hepsi ile . Toprağı eşeleyip tohumlarını / soğanlarını ekecek , büyüyüşlerini takip edeceğim. Ellerim toprak olacak . toprak kokacak. Tek düşündüğüm bugün mu açar yarın mı olacak.
Ağaçlarım olacak, meyve veren, vermeyen cinsten. Dalına çocukluğumdaki salıncaklardan kuracağım, şimdilerde parklarda plastikten tahtadan olanlardan değil.









30 Nisan 2009 Perşembe

Neden Clint'in Cevabı ve Hoşbulduk...


Clint, hep kötülerle savaşır gençliğinde. Aktördür ve ona ne denirse onu yapar. Kızılderililer onun için hep ötekidir.

Hayatında acımaya yer yoktur. Vahşi Batı'nın en acımasız zamanlarında geçer Clint'in aktörlüğü. Adalet'e yer yoktur. Ölürmüsün öldürürmüsün zamanlarıdır.
Ama sonraları...

Clint yaşlandıkça içinde merhamet ateşi yakar kavurur onu. Yandıkça ötekini anlar. Bazen Vietnam'lıları savunur; bazen de Amerika'da ki göçmenleri. Onlarla beraber yaşamak artık hayatının vazgeçilmezidir.

Artık, O eski acımasız Clint değildir.

Mahallenin sert erkeği gitmiş yerine babacan emekli bir amca gelmiştir.

İşte bu yüzden Clint.

ve Hoşbulduk...

CLINT

Gadjo Dillo ve Çingeneler


Babasının dinlediği bir müzisyeni bulabilmek için genç adam uzun bir yolculuğu göze alır. Hiç bilmediği ve hiç anlayamadığı insanların arasında bir kaç ay geçirmek...

Kime ne söylese anlaşılmaz. Ama diller devre dışı kalsa da gönüller birdir hep. Babasının sözünü yerine getirmek için gelen bu gence kol kanat gerer çingeneler.

Bizim Roman diyerek onore mi ettiğimiz yoksa kimliklerini mi unutturmaya çalıştığımızın belli olmadığı bu insanlar, kendi asıl vatanlarında yani Romenlerin arasında da hep dışlanmışlardır. Romenler, Romanlardan hiç hazzetmezler. Diğer tüm coğrafyalarda olduğu gibi.

Bir gün içlerinden birisi isyan edercesine yakarır:

Tanrım bu kadar kara olmak için sana ne yaptım?

Evleri yağmalanır,köylerinden atılırlar ama neşelerini hiç kaybetmezler...


Onlar Çingenedir...

CLINT

hoşgeldin






Hoşgeldin Clint :)

ortalık yemyeşilken nasıl çorak kalabildin a toprağım..yağmur yağarken neredeydin?

iğnelidir sözlerin hep kinayi kinayi...
hele bir koparsınlar kuyrugundan danayı
iğne bile kurup ağır sanayi...
sana mı kaldı seçmek iyi ile fenayı?
bunca yıl anlamadın şu yalancı dünyayı,
devir küfeyi yan gel, keyfine bak enayi!

neye neye dayanacaksın, yok dikili ağacın...
bitmez mi hiç baş ağrın, dinmez mi yürek sancın?
ne başlara taç oldun, ne başında var tacın...
bunca yıl yazdın,cizdin, neydi senin amacın?
sen mi düzeltecektin bu yalancı dünyayi?
devir küfeyi yan gel, keyfine bak enayi!

aziz nesin

öyle kolay kesilip atılmaz her diyet..

Öyle ya da böyle minnet borcumuzun olduğu insanlar vardır… Yahut bize minnet duyanlar. Ne zor iştir… Asla ödenmeyecek bedeller vardır… Ödesen de kâfi gelmez... Demir tavında dövülür misali zaman aşımına uğrar artık o dava…

Ömer Seyfettin’in hikayesi geldi aklıma...hırsızlıktan kolu kesilecektir hikaye kahramanımızın…O’nun diyet parasını ödeyip kurtarır bir zengin..ancak isteği hayatı boyunca ona hizmet etmesidir...kahramanımız dener bunu ama bu öyle ağır bir bedeldir ki dayanamaz..ve bir gün koyar kütüğe kolunu ve kesiverir..al diyetini diye bağırır zengin adama..belki kolunun acısını bile duymaz o an..yılların verdiği acıdan..

Bazı hesaplar burada ödenemez. Hesap günü denen yere havale edilir mecburen. Karşılığı yoktur bazılarının burada. Zaman geçmiş, köprünün altından çok sular akmıştır…

Bazen bir bardak sıcak çay içinizi ısıtmaya yeter...

Bir gün iki çocuklu bir aile gezintiye çıkarlar. Çocuklardan biri yorulur ve babasının kendisini kucağına almasını ister.Baba da yorgun olduğunu söyler. Çocuk ağlamaya baslar. Baba bir tek kelime söylemeden ağaçtan bir dal keser,dalı bıçakla düzeltir ve oğluna verir "Al oğlum sana güzel bir at" der. Çocuk sevinçle ata biner ve sıçrayarak,ata vurarak evin yolunu tutar.Baba gülerek kızına" İste hayat budur kızım.

Bazen zihnen veya bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin.
İste o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşe ile yoluna devam et.

Prof. Dr. Murray

28 Nisan 2009 Salı

sahi biz ne zaman şendik..

Ah o yazlık sinemalar
Kapı önü akşamları
Saksıda son sardunyalar
Avluda el yazmaları
Ah kaldırımlar biliyor
Bir devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü
İlk yazdan şendik
(sezen aksu-son sardunyalar)

Kapkaradenize hoşgeldiniz...


Uzun otobüs yolculuğu sonlarına doğru ki genelde sabaha karşı otobüs durur tanıdık deniz kenarında.Millette o saate yakışmayan bir neşe bir hareketlilik...belli ki geldik, iyice yaklaştık...burası Vakfıkebir ekmeğinin olduğu fırın..otobüs durur ve millet iner..herkes elinde birkaç ekmekle biner otobüse yeniden..buram buram sıcak ekmek kokar..insanlar kıpır kıpır..çoğu yerine bile oturamaz..yolculuk devam eder…koyu Karadeniz solda kalır..yeşilin tonları,dik yamaçlar sağda..Karadenize özgü evler görülür tepelerde..bir Karadenizli olmalıdır insan bu kıpırtıyı duymak için içinde..gün ağarmıştır artık..
Yolculuğa başladığınız o donuk insanlar değillerdir artık… Adeta hepsi değişime uğramıştır… Kimi hayratlı kimi Of’ludur kimi Akçaabat’ta bekleyenlerinden sözeder kimi Çaykara’ya saat kaçta olacağını hesap eder.
Gençler daha bir ağırbaşlıdır. Henüz kalp atışlarını hızlandıramamıştır Karadeniz’in kokusu…
İnecekleri yere göre yolcular hazırlanır...bir telaşedir gider otobüste...Trabzon’a girilmiştir artık..terminalde kavuşma görüntüleri vardır..
Ganita gözükür... En kısa zamanda gelip burada çay içmenin hayalini kurarsınız... Artık gerçeğe dönüştürebileceğiniz bir hayaldir…
Deniz koyu yeşildir, koyu mavi, hep koyudur... Hırçındır… Kara-denizdir…
Gittikçe dikleşir yamaçlar… Çay bahçeleri görülüyor artık... İçeri girdiniz demektir…

24 Nisan 2009 Cuma

Bir başkadır benim memleketim...

Sabahın erken saatleri..işe gitmek veya okula gitmek için yallardasınız..ya serviste ya özel arabanızda..sabah mahmurluğu ile yol alırsınız ki birden durur araba ( ki zaten zaman zaman durur da bu kez bir türlü yola devam etmez).. meğer önünüzde çöp arabası..eyvah ki eyvah! eğer yol darsa,türlü manevralarla başka yollara sapamayacaksanız yandığınızın resmidir...herkes de kanıksamıştır olayı..bunlar hangi trafik kanununa tabidirler bilemem ama bir tür ambulans,itfaiye arabası iltiması geçilir çöp arabalarına..adamlarda zaten umursamaz,yüzlerinde herhangi bir rahatsızlık duyma( verdiği rahatsızlıktan sıkılma) belirtisi bulunmaz..hem niye olsun ki..adamlar işlerini yapıyorlar..hemde milletin pis işlerini..her yüz metrede bir durur önünüzdeki koca araba..artık yapacak tek bir şey kalmıştır..


" lay lay lay lay lay lay lay lara lay lara lay lay

bir başkadır benim memleketim! "

22 Nisan 2009 Çarşamba

Yağmasın yarına yağmur çocuklar bayram yapsın



Okulumuzun bahçesinde kutlardık 23 Nisanları ve ben hangi 23 Nisanda görev almışsam ya yağmur yağardı ya hasta olurdum :) O zamanlar bahar yağmurunun güzelliğinden, bereketinden , insana verdiği dinginlikten bihaber törenlerin iptal edilmesine sebep olduğu için kızardım. Sabaha kadar uyumazdım tören kıyafetleri bir yanda ben pencere yanında dursun yağmur diye beklerdim . Gene bir 23 Nisan gene bir yağmur yağıyor. Beni artık ne kadar ilgilendirmiyorsada :) Bugün yağmuru seyrederken artık bana sadece tatil olması sebebiyle ilgilendiren 23 Nisanın etkilediği çocukluğumu ve etkileyeceği çocukları düşündüm. Yağmasın yarına yağmur çocuklar bayram yapsın.

cidden öküze benzemiyor mu?

nette vardır benzeri resimler...bende yıllardır görürüm bu öküz başını..üstelik ağzında da dikkat edilirse ot bile vardır..hiç değişmeden öylece kalmış yıllardır..ne otu yedi ne kendi büyüdü..
bilemiyorum birinden ah mı aldıda öküz olup kaldı bu ormanda..
darısı doğada serbestçe dolaşan diğer öküzlerin başına..
(dört ayaklı öküzleri tenzih ederim)

17 Nisan 2009 Cuma

Al Yazmalım' a balkabağı götürsem beni affeder mi ...

Sevgi neydi ?
Sevgi iyilikti,dostluktu..Sevgi emekti..



*Durursam bir daha kurtulamam..

-Ziyanı yok gülüŞü yeter bize..

*Yüreğim kaydıysa günah mı?..

-Çamura saplansam yardıma gelir misin?..

*Elini tuttum sıcacıktı, yüreği elindeymiŞ gibi..

-Elinden tutuversem benimle gelir mi?

*Seninim iŞte alıp götürsene beni..

-Elveda Asya, elveda selvi boylum al yazmalım elveda..

-BitmemiŞ türküm benim..

Maziye bir bakıver..neler neler bırakmış..

1978' lerden kalma bir düğün davetiyesi buldum..umarım muratlarına ermişlerdir..kerevetlerine çıkansa çoktan çıkmıştır zaten..

eskiden niyet falı çekerdi tavşanlar..hala var mı bilmem..yıllar ki bana asırlar gibi geliyor bende çektirmişim..ve saklamışım...bir zamanlar içimizi acıtan satırlar şimdi yalnızca buruk bir tebessüm bırakıyor..

maziyi temizledim az..eledim..elekledim fotoğraflarımı..



doğaya yolum düştü(3)

Koca ağaç dalı minik su birikintisinin gönlüne düşüyor..


elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni
(Attila İlhan-Yağmur Kaçağı)

Aşk (ışk) kelimesinin sözlük anlamı, “sarmaşık” demektir. Sarmaşığın özelliği;sarıldığı ağacı içten içe kurutması, bitirmesi, sonunu hazırlamasıdır.Aşka tutulan ağaçta,artık bütün buyruklar sarmaşık tarafından verilir ve âşık, “herkesi kör;dört yanı duvar sanır”. Sarmaşık,nasıl hızlıca büyüyüp ağacı kaplarsa, aşk da öyle hızlı gelişir ve âşık daha sabahtan akşama varmadan aşk sarmaşığıyla sarılıp geceyi onun koynunda geçirir.
(Kitâb-ı Aşk)İskender PALA



doğaya yolum düştü(2)

koyunları hiç bu kadar romantik bu kadar karizmatik görmemiştim..
kamufle olmuş bir vrak var orada..öpülme fobisi olabilir..

arı bız bızz mı der yoksa vız vızz mı..

Ooo sen epey yol almışsın yaw..hafife almışım seni..yoksa sen o değil misin? kimsin sen? öyle elini kolunu sallayarak giremez herkes buraya haberin ola!